Kara Delik Göçü

Hayatımda hiçbir şeyin ortasının olmadığını fark ediyorum. Bir şeyler ya hep oluyor ya da hiç olmuyor. Bir şeyleri ya hep çok fazla hissediyorum ya da hiç hissetmiyorum.

Bazen dağları devirmem gereken şeylere gözümün ucuyla bile bakmaya meyletmezken, dikkat bile etmemem gereken şeyleri devirdiğim dağlara dönüştürüyorum... Değişiyor muyum yoksa olduğum yerde mi sayıyorum, bilmiyorum.

Hoş değişmenin mi yoksa olduğum yerde saymanın mı daha iyi bir şey olduğunu da çözebilmiş değil henüz ruhum. Bunu da ara sıra diğer her şeyi düşündüğüm gibi derin ve yaşamanın hakkını verecek kadar usulca düşünüyorum. Sonra ben bu şekilde bir başıma ara sıralarımı çoğalttıkça, kişilerin ne kadar az düşündüklerini ve hatta az düşünmeyi ne denli sevdiklerini bir dehşet kuyusundaymışçasına aniden fark ediyorum. Bu fark ediş bana kişilerin kendi varoluşlarıyla ilgilerini kendi elleriyle, büyük bir emekle ve inanamayacağınız kadar büyük bir hırsla gün geçtikçe koparışının haritasını çiziyor âdeta. Meselin en kötü yanı ise bundan bihaber, öylece ilgilerinin bağını çözmeye devam ediyor oluşları belki de...

Mevcudat çerçevesinden bakarken sormaktan, sorgulamaktan, peşine düşmekten, kurcalamaktan hiçbir cümlede vazgeçemediğim gibi “neden” diye koca harflerle bu kelimeyi inşa etmekten de yine alıkoyamıyorum kendimi. Neden bu kadar düz, neden bu kadar yüzeyde ve görünür yaşamayı benimsiyorlar? Neden bir ihtimaller denizinin varlığından da haberdar olma lütfunu kendilerine göstermiyorlar? Ya da nasıl diye mi başlamalıydım bu cümlelere ?

Açıkçası bu merak ettiğim bir husus olmadı hiçbir zaman diliminde. Nasıl böyle yaşayabildiklerini, düzlüklerinin dışında daha başka, daha devasa nice patikaların da olduğu gerçeğini nasıl yok sayabildiklerini, kendilerini farklı oranların arasında mekik dokumaktan nasıl uzak tutabildiklerini kurcalamaktan ziyade; hep tüm bunların asıl nedenleri ile ilgilenmeye takıldım ben. Nihayetinde ise kendime, insanları yavaş ve uzun süren bir tahlil sürecinin sonunda tanımışken, görmeyi tercih etmeyip dalmadıkları o denizlerden birinde, o patikaların bazısında ya da düşünmek için düşmeye can atmadıkları derinliklerin arasında bir yerde rastladım ve bu rast gelişlerim kendime en yakın olduğum anları birbirine bağlamaya, beni başka birçok detaya ve bakış açısına vâkıf kılmaya başladı…

Bu yüzden düşünmek fiili, amiyane bir ifade ile somutlaştırmak gerekirse şâyet, pirinçteki taşları ayıklayabilmek gibi geliyor bana. Sonunda varılan ya hep ya da hiç noktası çıkarılmış taşları ve kalan pirinçleri andırıyor. Ya da bu durumu unu elemeye de benzetebiliriz pekâlâ; yavaş yavaş, sindire sindire, hiçbir topak, pürüz veya iri bir tane bırakmadan bu işlemi sürdürme yönleriyle... Kendime rastladığım, benliğimin sonundayken ancak vardığım nokta ise o eleği duvara asmak, kemâle ermek oluyor işte. Ön yargılarım, bu yargılara sebep olan tüm detaylar ve bu detayların sahibi unsurlar... Hepsi bir noktada düşüyor o elekten ya da ayıklanıyor pirinçten.

Çoğu zaman geriye sadece içimde duruluğundan emin olduğum mutlulukların, endişelerin, korkuların, heyecanların muhatapları kalıyor. O kadar uzun sürüyor ki bu eleme ayıklama süreci, o kadar güçten düşürüyor ki beni... geriye kalanların akabinde kaybettiğim bir o kadar da duygu oluyor... Tüm bu hisler o süreçte muhakkak kendilerine birer pay alıp, öyle gidiyorlar benden.

Öyle bir göç süreci ki bu asla bir yerden başlamayıp, asla bir yere varamayan; sonsuzluğun içindeki bir kara delik gibi varı yoğu, parlayan parlamayan her şeyi kervanına katıp, içine çekip büzüştürerek beslenen...

Öte yandan bir şekilde bu kara delik göçünü beslemek zorunluluğunun da farkındayım zira yalnız bu göç beslendikçe düşünüyor, düşündükçe hissettiklerimin ruhuma yansımalarındaki kararlılığın ölçümünü, bırakılan bu izlenim kırıntıları neticesinde yapabiliyorum. Onu besledikçe söndürdüğü yıldızların yerine gökyüzüne, göğüs kafesimdeki pencereden başımı uzatıp baktığımda görebileceğim yeni ve parlak kümeleri yerleştiriyorum. Uzun ve sancılı olan bu süreci yaşarken bitiş noktasını, karara varış ânımı düşlüyorum daima...

Kendimi böyle yetiştirebilmek, buna alıştırabilmek zor muydu hatırlamıyorum... O kadar uzun bir zaman oldu ki, büyük bir güruhun soluk ve samimiyetsiz tabiriyle, o “karanlığı” besleyerek yaşamaya çalışalı…

Birbirinden o kadar farklı başlangıç noktasını, o kadar farklı varış yerini ve yol ayrımını gördüm ki bu dar ve tümsekli yolun; bunca farklı ihtimal ve sonuca kendi zihnimin içerisinde çıktığım yolculuklar ile şahit olmak ve zaman geçtikçe bu şahit oluşlarımın zihnimin içerisinden sıyrılıp bazen “maalesef”ler bazen ise “iyi ki”ler ile başlayan cümleler silsilesiyle gerçekliğe bürünmesini seyretmek anlarıyla öylesine bütünleştim ki, derine inip düşünemediğim bir varoluş biçimini ruhumla bağdaştıramıyorum…

Öncesinde ruhuma sirayet etmiş ve biraz sonra artık ikincisinin yaşanacağına emin olduğum tüm o anların gerçeklikle bezenmesindeki büyüyü tattıkça sanırım, merak ediyorum diğerlerinin “neden”lerini. Neden derinde olamadıklarını, neden düşünmek gibi ucu açık bir manzaraya bakmaktan kaçındıklarını, neden kendilerine bu haksızlığı yaptıklarını…


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dokuzun Öyküsü

Salt Bilmek Anatomisi

Şâd