Kayıtlar

2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Bazı Karanlıklar

Bazı karanlıklar düşüyor peşime. Gece boyu, arkama bakmadan bazı karanlıklardan kaçıyorum soluklanmadan. Sanki dursam, sanki bir kez dinlenmeyi denesem, her hücremi sarıp sarmalayacak, içinde kendime bile yer bırakamayacağım bir renksizliğin, cansızlığın, monotonluğun içine hapsolacağım… Oysa böyle değil, severim ben siyah beyazları, onların insanların yüzlerindeki her bir çizgiyi anlamlaştırmasını, olgunlaştırmasını… Severim monotonluğu. Alıştığım yüzler ve mesellerle yaş almayı. Aynı döngünün içinde, fazla insan tanımadan ve fazla hayata karışmadan kendi köşemde yılları atlamayı… Yoruluşum bu saatlerde başlayıp sabahın ilk ışıklarına kadar katlanarak ve kıvrandırarak devam ediyor. Ne yana dönsem, çivili duvarlar, tahtalar, kapılarla karşılaşıyorum. Yılmadan, çivili bile olsa hangi kapıya koşsam çalmak için, ardında aynı karanlığa giden yolları görüyorum. Oysa böyle değildi, benim çaldığım kapılar yeşil dağlara uzanırdı, yağmuru tazecik gökyüzünü gösterirdi. Sonbaharla kış arası

Kırmızı Koltuk

Geçsen karşıma şimdi, otursan bir koltuğa… Ruhunu izlemeye başlasa ruhum, gönlüm kendisini hapseden bütün karanlıklardan sıyrılıp da şöyle bir ferahlasa. Ellerim tutmaya başlasa yeniden, gözlerim âmâlıktan sıyrılsa. Nefes aldığım esnada tüm hücrelerim yeniden can bulmuşçasına ayaklansa… Sesini işitsem narin narin, bana uzun kısa fark etmeksizin meseller anlatsan. İnsanları konuşsak, kışı konuşsak… Turuncu ışıklardan, mumların kokularından, telaşların renklerinden sohbetlerin kıyısına vursak. Buz gibi havayı ısıtsa karşımda oturuyor oluşun; bütün bir kışı bir ömür katlanılır hale getirse. Hırkamı parmak uçlarıma kadar çekişlerime şahitlik etsen mesela… Geçsen karşıma şimdi, otursan bir koltuğa… Elinde Didem Madaklar, sesinde kadifeden bir tını, korkularıma satırlar okusan. Desen ki bu sensin, desen ki bu benim, desen ki bütün şiirler biziz bu dünyada… Uzadıkça uzasa muhabbetin geceyi aydınlatmaya meyleden pak ipi, derinleştikçe derinleşse aradaki muntazam bağ. Hava koyulaştıkça açsa

Üç Küçük Beyaz Mum

Tek başımayken beni korkutan, üzen, olmazlıklar ile dolu bir çukura düşmüşüm hissini veren her şey, o manzaranın karşısına geçtiğim zaman sanki üzerimden işinin ehli bir usta tarafından itinayla çekiliyor ve tekrar bana yaklaşmaması, üzerime yapışıp ruhumu sıcak asfaltlar arasında, yer kabuğunun derinlerinde çırpınarak eriyen karanlık gibi eritmemesi için nöbetler tutuyor asırlarca. O manzarayı bir saatlik seyredişim, bin asırlık bir koruma büyüsünün üstüme gizliden gizliye ve usulca salınışına vesile oluyor. Şişenin kapağı bir anda açılıyor ve içinden tüm hayatıma, beni tüm gece hüzünle ve huzursuzlukla düşündüren kaygılarıma parıltılı küçük tozlar halinde erişmeye başlıyor. Havada uçuşan zerrecikler, manzaraya karşı üflediğim karahindibalarını anımsatıyor. Seyrim devam ettikçe ve ben ferahlık abidesinin içindeki labirentleri arşınlamaya başladıkça hissediyorum ve anlıyorum ki insana kendini hissettiğinden farklı düşündüren ya da düşündüğünden farklı hissettiren şey tamamen atmosfer

Sirkat Destanı

Tepemde haddini çoktan aşmış tumturaklı bir gök ve hemen altında sehven göz göze geldiğim, sönmekte olan bitap yıldızlar… Gök, haddini her gün tam da bu saatlerde rengini açmak cüretini göstererek aşarken, öldürdüğü binlerce şeyin arasında yalın ayak gezinen kara pelerinli bir cellât. Rengi saatler ilerledikçe açılırken, gezinirken giyindiği pelerinine de bir o kadar kara bulaşıyor. Rengini açtıkça, sabaha karşı kıyısına vuran fikirleri öldürüyor. O kıyıdan izlenilen yakamozu çalıyor cümlelerin içerisinden. Yıldızların yerlerini sorgulayan, ölenler için de yaslar misafir eden gözlerden ferler çalıyor bir bir. Saatler birbiriyle yarışıp bir kazanan belirleme kavgasına düşerken gök, aydınlanmak için geceyi ev belleyenlerin camlarını indiriyor aşağıya. Parçaladığı camların cümlelerinden noktaları çalıyor. Her gün, bir önceki günden daha fazla vurgun yapmış olarak doğuruyor güneşi, sermayesinin üstüne. Gök, binlerce mavi şapkadır diyen şairlerin yüzünü kara çıkartmaya meyledip giyini

İki Yazgı

İki farklı pencere, iki farklı ışık evrene bir pervazdan yayılan. Onlarca kez denk düşülen ama bir kez olsun idrak edilmeyen. Aynı sokağın iki farklı gece lambası, seyredilen. Yağarken, birbirine asla değememiş iki kar tanesi. Bir vaziyete dâima birlikte ulaşabileceklerken, aniden sola sapıp bir ritmin içinde kaybolanların ezgisi... İki yazgı. Biri eğri; öteki buruşuk iki çizgi.. Güneşin varlığına son vermesine en yakın olduğu saatti belki her ikisinin de o büyük ve heybetli kasvetin içine düştüğü an. Güneşin, sahipliğini üstlendiği yerini bir başka mevcutluğa emanet edip gitmeyi seçtiği vakitte, onlar da birbirlerine emanet etmeleri gereken adımlarını koydular ceplerine. Hasbelkader saklamaktı bu belki de. Ceplerinin delindiğinden habersiz, hızlandıkça hızlandı ikisi de... Birinin nefesi onu loş bir ışığın altında, yarı yolda ince ama tok bir keman sesinin dağılışında bıraktı; ötekini daha yolun başında bir bankta öylece, soğukla gecenin sarsıntıyla birlikte birbirine kavuşmasınd