İki Yazgı

İki farklı pencere, iki farklı ışık evrene bir pervazdan yayılan. Onlarca kez denk düşülen ama bir kez olsun idrak edilmeyen. Aynı sokağın iki farklı gece lambası, seyredilen. Yağarken, birbirine asla değememiş iki kar tanesi. Bir vaziyete dâima birlikte ulaşabileceklerken, aniden sola sapıp bir ritmin içinde kaybolanların ezgisi...

İki yazgı. Biri eğri; öteki buruşuk iki çizgi..

Güneşin varlığına son vermesine en yakın olduğu saatti belki her ikisinin de o büyük ve heybetli kasvetin içine düştüğü an. Güneşin, sahipliğini üstlendiği yerini bir başka mevcutluğa emanet edip gitmeyi seçtiği vakitte, onlar da birbirlerine emanet etmeleri gereken adımlarını koydular ceplerine. Hasbelkader saklamaktı bu belki de. Ceplerinin delindiğinden habersiz, hızlandıkça hızlandı ikisi de...
Birinin nefesi onu loş bir ışığın altında, yarı yolda ince ama tok bir keman sesinin dağılışında bıraktı; ötekini daha yolun başında bir bankta öylece, soğukla gecenin sarsıntıyla birlikte birbirine kavuşmasında...
Biri bir masaya oturdu elleri neştermişçesine ahşaptan, takırdatarak; öteki yavan bir kulaklıkla milyonları susturdu...
Denk gelebilselerdi belki, o neşterler o kulaklıkları parçalayabilirdi. Denk gelebilselerdi belki, biri yarı yolda, öteki yolun başında tökezlemeyecekti. Oysa zordu, hatta her şeyin en zoruydu o bilinçli denk gelişi yakalamaları, vaziyetleri daha nerede düştüklerini bile bilemezken. Daha kendilerini hangi ıssızlıkta yitirdiklerini bile hatırlayamamışken...

Öteki aylarca, hiçbir şeyin derinliğine vâkıf olamamanın o kapkara boşluğunda, elleri gemicilerin imrenerek baktığı düğümlerle bağlı, sapıp durdu ordan oraya. Biriyse, o incelik derinliğini, belki de maalesef diyerek hücrelerinin tümüne sindirmiş olduğundan o boşluğa ait, kapalı duran tek kuyudaydı...
O kuyuda satırlarında birbirlerinin bilinci dışında denk düştükleri birsürü sayfa vardı. Taştan değil duvarlar, kağıttandı...
Biri, kuyudan çıkmak için tırmandıkça yorulduğunda ışığını, kaybettiklerini biriktirdiği heybesine kaldırmamak uğruna o sayfalara sığınırken; öteki savrulduğu boşluğun dışına taşmamak adına tutunmuştu tüm yüreğiyle, aslı tutuşmuş o sayfalara...

Birbirlerinin dibinde, birbirlerine kıtalar varken daha...

Aynı anda defalarca susamışlıklarını dindirmeye meyletmişlerdi. Kapılarını birbirinden bağımsız kalmış binlerce dünyaya, birbirlerinden bağımsız onlarca kez çarpmış ve o çarpışa sırtlarını dayamışlardı. Şiddete yenik düşmüş o çarpmanın sesini ikisi de notalarına ayırmış, ayırdıkları o notaların oluşturduğu ezgi, ikisinin dilinde de farklı birer arınmaya bürünmüştü. Biri coğrafyasının çığlığına bir dağın yamacında ağlarken cevaplar veremeyişine önayak ediyordu o ezgiyi; öteki o coğrafyanın onu hapsettiğini sandığı maviden bozma gökyüzünü hiç aşamayışına... aynı maviye takılıyordu oysa her ikisinin de gözü. O mavinin ötesini, toprağın oradaki yeryüzünde yayılan kokusunu merak ediyordu ikisi de hayretle. Kuşların cıvıldamalarının oradaki mavilikte de aynı olup olmadığını, bir yangının orada da içlerindeki gibi aniden peydâ olup olmadığını öğrenmek istiyorlardı. Her zerresini bir anda eriten aynı şeylerdi ikisinin de. Halbuki biri bağırırken öteki gözlerini ovuşturuyordu sadece. Biri masalardan ayaklarına düşen gölgesinin peşinden uçurum uçurum koşarken; öteki kendi masasını yamamaya, o yama tutmayınca sıfırdan vâr etmeye yelteniyordu...

Baktıkları yer hep aynıyken, hiçbir zaman düştükleri yer birbirlerinin önü olmuyordu. Dumanı üstünü terketmemiş bir fincan kahvede aradıkları hep aynı dalgınlıktı. Biri kırk yıl kahveye yansıyanı sorgulardı; öteki kırk yıl yansımasını sürdürmeye değecek herhangi bir şeyin vâr olup olmadığını...
Cümlelere kılıf kelimeleri değiştikçe anlatmak istedikleri bir olmaya başladı. Kırk yıl devirdiler kendi yollarından uzaklaşmadan. Kırk yılı, bir kere olsun kafalarını kaldırmadıklarından ayrı hızlarda adımları sıralayarak hebâ ettiler...

Siyahı beyaza bulaşmış tüm fotoğraflara, yıllarca başka uçlara dokunmuşken yakalandılar. Tüm kadrajlar birbirlerine çizdikleri kıtaları kaydetti hayatları boyunca. Loş ışıkların altında, sokaklarda, vakitli vakitsiz adımlarıyla kavga ederlerken hep ayrı kaldılar.
Aynı anda çekmişti oysa ikisi de perdelerini, akşamın nefret kustukları şehirlerine çöktüğü sularda. Uykuları ansızın bir rehavete kapılıp kaçtığında bohçasıyla, turuncudan çalınmış ışıklarını aynı anda yakmışlardı.
Biri bir gaz lambasının mayhoşluğunda kendinden geçişlerine şahitlik edebilirken; öteki bir abajurun sahte loşluğundan medet ummuştu. Farklı hislerden farklı şiddetlerle düştükleri zaman, yere çakılmadan hemen önce aynı karanlıklara yakalanmışlardı. Doğru fonu yakalamak tanımlamasından öteye geçememişti ama tüm bunlar...
Birbirlerine, ellerinde merhemlerle yürüyebilecek güçlerini, anlamsız yolların üstündeki dikenli telleri aşmaya harcamışlardı. Öyle ki, o harcamalar kurutmuştu ikisinin de gözlerini... göremediler bir süre sonra sorgulamasına düştükleri o maviliği. Bir süre sonra o bilinçsiz denk gelişler çatırdadı sürekliliğinin baş göstermeye başladığı yerden...

Dağların etekleri çekildi, örtüler indi yamaçlarından aşağılara uzun, upuzun. Simsiyah mâtemler çöktü ikisinin de pervazına. Öyle bir hâlin gebeliğindeydi ki bu mâtem, ne titreyen bir mum dağıtabildi büyüsünü ne kuvvetinden pörsümüş bir alev...
Yaktığı biri ve ötekiydi sadece. Ansızın, en beklenmedik yerlerde parça parça eksildiler o kırk yıllıkların içerisinden. Birinin sessizliğe büyüttüğü hayranlığı boğazladı onu önce; ötekinin temâşâya olan düşkünlüğü...
Düştükleri yerlerden bile göremediler birbirlerini. Gözleri, bakmaktan inatla vazgeçmedikleri o dağdan süzülen mâteme öylesine bulanmıştı ki, dört bir yanlarını saran kan kokusunun dizlerinden yayılmaya başladığını bile anlayamamışlardı.

Önce ezgileri düştü dillerinden, dev bir kalenin son bayrağı gibi, cayır cayır yanan o asfalttan yola. Her gece birbirlerinden habersiz yürüyerek aşındırdıkları o yolun cayır cayır yanan asfaltına... sokak lambalarında izledikleri kar tanelerini kaybettiler sonra. Arnavut kaldırımlı sokakları sökülmeye başladı ardından. Görmek istedikleri her şeyi aslında en başından beri kendi parmaklarını kıracak kadar kuvvetle ve hırsla ittiklerini, o mâtem gözkapaklarına böylesine kasvetle iniş yaptığında anladılar. Zor olmasıyla birlikte, artık fazlasıyla da geçti her şey için. Eriyen gökyüzüyle birlikte onlar da erimiş, bir silüet hâline gelmişlerdi düştükleri yerde.

Biri, o yangının ve beraberinde gelen eriyişin içine zaten yıllardır düşmüş olduğunu bildiğinden, kırıp kırk yıllık hırsını, gözlerini açtı. Sulu sulu bakan ve gittikçe bataklığı andırmaya başlayan gözleri, varla yok arası bir hâle girmiş olan ötekinin silüetini gördü...
O an, kırk yılın yükü sanki kapattı gözkapaklarını gerisin geri. Bunca fırsatı ayaklarıyla tepmiş, hep bir zaman furyasının içine düşmüşlerdi. Bu yok oluşun ortasına kadar yürümeden önce oysa, ikisinden biri çekseydi perdesini, tamamen varken denk gelişi yakalasalardı... o masalara birlikte oturacak, o takırtıyı birlikte dinleyecek, birinin ayaklarına düşen sayelerin uçurumları gezişini birlikte seyredecek, abajuru söndürüp gaz lambasını beraber yakacak, alevin camın ardındaki salınışından doğan sorgulamalarını ikisi yine aynı boşlukta birbirlerine bakarken başlatacaklardı. Birinin adımı ötekinden sonra olmayacak, aynı kitabı birbirlerinden haberdarken kavrayacaklardı. Kokuları kalacaktı birbirlerinin hafızasında. Aradaki iki üç adımla varlıkları eriyerek silinirken şuan milim milim yeryüzünden, en azından birbirlerinin sesini işitmiş olacaklardı. Yaşamanın taş dolu cevap kuyusuna bir kez olsun ikisi birden düşecek, ikisi birden cevapsız kalacaktı ayrı ayrı kalıp, ayrı ayrı çıldırmaktansa...

O zaman belki sokağı dönünce köşebaşında kesişebilecekleri akşamlarda birbirlerinin gözlerine bir savaştan sağ çıkmış gibi galeyanla bakmayı düşünebileceklerdi. Siyahı bir üniforma bellemiş hayatın içinde rengârenk çiçekli saksıları camlarımızın önüne dizdik diyerek gururlanabileceklerdi...

İkisinden biri, bir kez olsun, kafasını kaldırıp gözkapaklarındaki yükü indirebilseydi...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dokuzun Öyküsü

Salt Bilmek Anatomisi

Şâd