Dokuzun Öyküsü

Gökyüzünün burukluğunu göğsünde yumuşatıp maviliğe çeviren, yetmeyip o maviliği gözlerindeki ışıltıdan feyzalmış beyaz bulutlarla süsleyen, çorak topraklarımı gökyüzünün o büyülü ışıltısıyla parıldamış sularla besleyen, doğduğum coğrafyanın berrak incisi, biricik sevgilim… 

Seni tanımasaydım kaburgamın altında oluşan o büyük, o kapkara boşluğa koca bir dehlizden başka bir isim veremezdim. 

Seni tandıktan sonra anladım ki o boşluk, ruhumdaki her veryansını çiçeklendirip oraya ekmem için oluşturulmuş ve yitmek üzere olan cennetlerden herhangi birinin köhne bir bahçesiydi. Anladım ki seninle ekip biçtikçe bollaşacaktı, bereketle yoğrulacaktı topraklarım.

Önce zaman geçecekti kendi şahsına münhasır bir biçimde, yani ağır, yani boğazını sıkar gibi insanın, yani öylece akmayan bir su gibi hiç yatağını aşındırmamaktan gocunmamış... Sonra başlayacaktın yaşamaya ve yaşama döndürmeye… Cılız bir yağmur suyuyla can verecektin çıplak ve yıpranık ellerimle diktiğim her tohuma…

Her şey, her söz, vuku bulması gereken zamanı bir salise aşmadan, bir bir kendini göstermeye başladı… 

Gerçekleşen her yeni an ile beraber varlığından bile haberdar olmadığım bambaşka bir yanımın, bambaşka bir kapısı ortaya çıktı. O kırk kat korku ile kilitlenmiş kapıların tamamı, öylece bir anda ortaya çıkışın gibi kendiliğinden ve tek tek açıldı.

Zamanın iç içeliğiyle övünerek yarattığı o kaosla beraber bir bir gerçekleştirmeye başladın kendi kehanetlerini. Bir kaosun, bir bilinmezlik savaşının bu kadar büyük bir tesir alanı oluşturabileceğini bilemezdim. 

Toydum sevgilim, ne yaşamış olursam olayım içimde bir yerlerde sinmiş ve sindirilmiş bir küçük savunmasız çocuktum. Bir avuç candım ya da cansız bir avuç çocukluktan ibarettim.

Ruhundaki kaosun heybetine kapıldım. Ve serbest bıraktım tüm çığlıklarımı o boşluktan aşağıya. 

O boşluğun sana çıktığını bilemezdim sevgilim. Çığlıklarımın kendim için kurduğumu sandığım derme çatma bir barakaya benzeyen dünyadan bambaşka bir dünyaya kadar ulaştığını ve orada evrilerek senin ruhunun kıyısına vurana kadar uzun uzadıya yol aldığını bilemezdim… 

İlk o an tattım işte deniz havasını. Tenime değen dinginliği. Ruhumu teğet geçen üşüme hissini… Suyun serinliğini, rüzgârın suyu bir kıyıya acımadan vururken çıkardığı sesin çığlıklarıma ne kadar benzediğini, bana kendi yansımamı armağan ettiğini… 

İlk o an anladım neden o boşluğun göğüs kafesimi delip geçer gibi sana denk gelene kadar hiç durmadan ruhumu yırtarcasına büyüdüğünü. 

İdrak edişimden çok geçmeden sularına bıraktım kendimi. Yeşerdim, büyüdüm, köklerim önce bulunduğum boşluğa yayıldı sonra gövdemi güçlendirdi. 

Alelade bir boşluktan, yitik herhangi bir cennetin herhangi bir parçasını yaratmaya meylettim.

Yeni yapraklar edindim yeni tohumlar saçtım etrafıma. Ve kendimden koca bir ben yarattım senin için. Sana ait. Tamamen senden oluşan… Sana yaraşır bir manzaraya dönüştürdüm ruhumu. Ne kadar başarılı oldum bilemem. Ne kadar sana ait bir parçaya dönüştürdüm o manzarayı, ölçemem. Yeri geldi içini içine sığdırmayan kıpır kıpır bir canlılık bıraktım armağan niyetiyle avuçlarına. Yeri geldi seni o çocuksu saflığınla büyülü bir dünyanın varlığına açılan kapılardan geçirerek içi heyecan ve mutluluk dolu çocuksu hayretlere düşürdüm. Yeri geldi seni üzüntülerle burun buruna getirdim, açmış bulundum kapattığım nice densiz kapıyı yeterince güçlenemeyerek, seni hayal kırıklıklarına gebe anlarda tek başına bırakarak. Yeri geldi bir ev olmayı gösterdim sana sevinçten ve umuttan oluşan bir tabloyu çatlak bir duvara asarak. Yeri geldi kasvet dolu bir yük bıraktım omuzlarına, çatlak bir duvara astığım o tabloyu bir anda kendi ellerimle çatlatarak... Ama diledim ki Tanrı’dan, ne yaparsam yapayım hep gözlerindeki bir parıltıdan ibaret olsun adım. Asla o parıltıdan daha küçük bir anıya dönüşmesin. En küçük hâli umudumun, o parıltı kadar olsun. En cılız hâlim, en savunmasız ânım bile o parıltı kadar dolu tutsun her yanı delinse bile heybeni. 

Diledim ki gözlerinin içini hep kamaştırayım varlığıma adadığın her zerren için. Tıpkı bana benzeyen, tıpkı benim kuraklığa yakalanmış halimi andıran o koyulaştıkça kahveleşen gözlerinin içini…

Başarabildim mi? Bunca yılda, bunca çabayla biraz olsun sunabildim mi bana sunduklarının birazını? Ne mümkün… Ne yaparsam yapayım benim için başardıklarınla boy ölçüşemeyecek çabalarım. Fakat diyorum ya, hep diledim bizi yaratandan, seni bana bahşedişine karşılık seni hiç üzmemeyi, utandırmamayı ve yıpratmamayı...

Senden razı olmadığım hiçbir an yaşamadım sevgilim. İyisiyle ve kötüsüyle, hatanla ve doğrunla, sevincinle ve kederinle; her an sana bağrımdan kopan gazeller dizmek istedim sayfalarca, yedi dünya öteden kıtaları dolaşarak parmak uçlarına kadar uzanan. 

Diledim ki aldığım her nefes, senin için milim milim işlediğim o pamuk ipliğinden peyda olmuş bağı süslesin, güçlendirsin. Ve o bağı bizi yaratan, bizi bizle sınayarak koparmasın…

Beraber yeni bir yaş daha alırken varlığını hiçbir tasvire sığdıramadığım sevgilim... Pek çok köprüden geçtik seninle ve pek çok su akıttık geçtiğimiz köprülerin altından. Geçen zamana ve içinde senden parçalar barındıran şahaneliğe binaen heybemde biriktirmeme vesile olduğun her yeni kelâm için teşekkür ederim.

Benim gülümsemesinde nice çiçekler yetiştiren, bir cümlesi bin bahçe doğuran, ciğerlerinde yaşamaya dair bambaşka bir umut büyüten sevgilim... Güzel ve iyi olan her şey, her zaman konuşulur.  Özellikle hayatın tüm iniş ve çıkışlarını beraber karşıladığımız günlerin başlangıcına tekabül eden ve nazıyla niyazıyla, her halde yetişip görebildiğimiz için şükrettiğimiz zamanlarda... Fakat iyi geçen gün kadar kötüye de değinmek gerekir, çünkü iyiye nasıl ulaştığın kötüyü nasıl atlattığınla ilgilidir. bu yüzden ben bir yanımla da gölgede kalan irili ufaklı nice şeyler ve nahif ruhunu daraltıp bilip bilmeden seni sarsmış olabileceğim  her an için özür dilemek isterim. Mazur gör ve affet acizliğinden sıkışıp bükülmüş ve bir köşeye sinmiş naif hallerimi, seni her gün yeniden sonsuz bir bağlılık ve şükürle bezeyerek sevmek için uyanan yanım için. 

Beyaz olan yanlarımız kadar siyah olan yanlarımızla da varız birbirimizin hayatında. Dedim ya güzel ve iyi şeyler her zaman konuşulur. Ben ise bu gece sana beyaz yanımdan kopan siyah parçalarla da seslenmek isterim sevgilim. Beni karanlık olan ve karartmış olduğum her huyumla, doğrusunu bildiğim halde ya da hiç farkına varmadan yapmış bulunduğum her hatamla, düşersem dağılacağımı bildiğim ve düşmekten gocunmadığım ya da çabalamak yerine düşmeyi kolay bulduğum her boşluğumla, sonundaki çıkmazı görmeme rağmen biraz daha emin olmak ve inanmak için yürümekte ısrar ettiğim herhangi bir sokakta tutturmuş olduğum her inadımla, her mevcut durumun içindeki her tezat hâl ile bir arada sevmeye devam et. Doğrumla ve yalanımla, fazlamla ve eksiğimle, tüm çıplaklığımla ve tüm bin parçaya sarılmış üstümle ve başımla. Sev ki, her an yeniden doğru bir insan olma umudunun yeryüzünün tarihi boyunca yitirilmeyeceğini bileyim. Her düştüğümde ellerimden tut ki dizlerimin cılız bir kanayışı gözümü korkutmasın, yeniden kalkabilir olmanın mümkünlüğünü hiçbir anda unutmayayım… 

Benim göğsü okyanuslar kadar derin ve ağır olan sevgilim, nefes alıp verirken toprağın kendini dinlendirişi gibi usulca göğsünü tepreten sevgilim, kirpiklerini benim için kırp bu gece. 

Gözlerinden süzülen huzurla yıka ruhumun temizlenmemiş her yanını. 

Ben kendi çabamla çapalayarak havalandırdım ruhumu, geri kalanına kollarımdaki güç yetmezken gel yetiş, Hızır’ın yeryüzünde üstlendiği rolü al elinden ve bana bahşet parmak uçlarındaki o mucizeyi. 

Mucize diyorum sevgilim, çünkü tanık olmadım daha önce senin kadar kutsal bir sonsuzluğa. Acının da sonsuzluğunu tatmıştım sevincin de, ama sen bambaşka bir şeyin parçası ve bütünüsün aynı zaman dilimlerinde. Bu tezatlığı ruhuma sadece sen işleyebildin sevgilim. Sadece gözleriyle bile Mezopotamya’mın tüm sırrını bir kahverengi kutuya sığdırabilmiş sevgilim. 

Baktığı yerde kendiliğinden inşa edilen onlarca yeni âleme yine kendiliğinden, öylece, telaşsız ve sakince pek çok kapı açan sevgilim… Sen benim için doğumun da ölümün de tek habercisisin. Sensiz ne bir adım ilerideyim, ne de bir adım gerideyim. Sen benim bulunduğum âna saplanıp kalmadan yol alabilme sevincimsin. Kendimi görebildiğim ilk ayna, ilk hayal kırıklıklarımla kapıyı çarpıp çıktığımda tabanlarım birbirinden ayrılana kadar yürümek zorunda kalacağımı sandığım bir yolda varabildiğim ilk yersin. 

Ev diyemeyeceğim sevgilim. Ev ait olduğun yerdir, sen ait olduğum yerden çok daha öte bir yersin. 

Biriciğim, kıymetlim… Kırık bir istiridye buldun sen bir çölün ortasında. Avuçlarına aldın, inceledin, sorguladın. Ve kalbine denk gelen bir cebe iliştirdin yol boyu. Ben işte, o olmaması gereken yerde gelmesi gereken ışığı bekleyen istiridyeydim. 

Sen ise işte öyle bir mucizesin benim bu dünyadaki varlığım için. Anlayabiliyor musun ruhumdaki tesirini? Anlayabiliyor musun ağzından çıkan her bir harfin benim hâletiruhiyem üstündeki sonsuz gücünü? 

Bana Tanrı’nın yeryüzünde yaşayabileceğim her an için gönderdiği bir armağan, belki de kendim için taşımam gereken bir emanetsin. İyi ki demekten öteye varmıyor bu noktada yine aciz kalan boşa savurduğum cümlelerim. Ne bir başka düş, ne bir başka dünya bana şans olabilirdi. İhtiyaç duyduğum o huzur senin parmaklarının ucundaydı ve bana ulaşması 17 yıl sürdü. 

O 17 yıl sevgilim, o 17 yılın her anında yeniden öldüm. Yeniden çatladı ve kurudu toprağım. Yeniden, her an kimsesiz ve tek başıma kaldım. Kendimi yapayalnız ve bir işe yaramaz saydım. Belki de sevgilim herkesten çok ben eziyet ettim kendime. Herkesten çok ben duvar ördüm rast gelmemek için hiçbir düşünceme. 

Sonra, 17. yaşımda, bir ikindi vaktinde, güneşin gerçekten bir ev olabilmiş evlerin mutfağına kuvvetli bölükler halinde düşmekten ziyade, nüfuz etmeyi seçtiği bir zaman diliminde, ferahlatıcı ve ılık bir rüzgârın ardından sen doğdun ömrüme. Ve ben o günden beri nefes alabiliyorum. 

Bu cümlenin ağırlığından haberdar mısın sevgilim? Benim ucu bucağı olmayan hanımeli kokularıyla bezenmiş bir yolu andıran sevgilim…

Attığın her adım benim yürüdüğüm köhne kaldırımları nasıl titretti biliyor musun? Benim içi yaşama çırpınışlarıyla, binbir tereddütle dolu attığım her adımın ardından, senin arkamdan gelen yürüyüşünün sesini duyabiliyor olmak, bana bu dünyada nasıl var olduğumu hissettirdi biliyor musun? Nasıl kendime geldim, nasıl değerimin farkına vardım ve nasıl büyüdüm? O kırmızı pabuçlara ayaklarımı sığdırmaktan nasıl vazgeçtim… Bunlardan bi haber misin sevgilim? Benim ruhu şefkat dolu, adımları kafamda döşediğim her kilometre taşını yeniden yaratan, yüreği kocaman sevgilim… Sendeki o merhamet kırıntısına nasıl tutunduğumu biliyor musun ve o merhamet kırıntısına hayatımı nasıl adadığımı, nasıl o kırıntıya bir ömür inşa etmeye çalıştığımı? Gözlerindeki berraklıktan, yeryüzündeki tüm dillerde peyda olmuş varlığından haberdar mısın? Değilsen eğer, vücut bulmuş bir örneği olarak karşındayım sevgilim. Aldığım her nefesle hayata döndürdüğün bir ölü olarak ellerinin uzanacağı mesafedeyim. 

Benim bağrında boylu boyunca ovalar, nehirler uzatan; menekşeler ve şakayıklar biriktiren sevgilim… 

Neşesiyle gözlerime indirdiği perdelere hayatın tüm gerçekçi parıltılarını birer inci gibi, sırasıyla tel tel, elleriyle işlemekten hiç yorulmayan sevgilim… 

Dilerim Tanrı’dan o nehirlerin kıyısında dolaştığımız nice yıllarımız olur. Dilerim ki, ayak bastığımız tüm topraklar, kendi heybende ağırlığı belini bükse de yorulmadan taşıyarak getirdiğin bolluk ve bereketle bizi daha nice yıllar bağrında misafir eder, senin ruhumu uzun yıllardır merhametle misafir ettiğin gibi…

Bana armağan ettiğin her mutluluk için, beni kendimle tanış kıldığın her yeni gün için, teşekkür ederim sevgilim.

Teşekkür ederim ve iyi ki…


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Salt Bilmek Anatomisi

Şâd