Kayıtlar

Dokuzun Öyküsü

Gökyüzünün burukluğunu göğsünde yumuşatıp maviliğe çeviren, yetmeyip o maviliği gözlerindeki ışıltıdan feyzalmış beyaz bulutlarla süsleyen, çorak topraklarımı gökyüzünün o büyülü ışıltısıyla parıldamış sularla besleyen, doğduğum coğrafyanın berrak incisi, biricik sevgilim…  Seni tanımasaydım kaburgamın altında oluşan o büyük, o kapkara boşluğa koca bir dehlizden başka bir isim veremezdim.  Seni tandıktan sonra anladım ki o boşluk, ruhumdaki her veryansını çiçeklendirip oraya ekmem için oluşturulmuş ve yitmek üzere olan cennetlerden herhangi birinin köhne bir bahçesiydi. Anladım ki seninle ekip biçtikçe bollaşacaktı, bereketle yoğrulacaktı topraklarım. Önce zaman geçecekti kendi şahsına münhasır bir biçimde, yani ağır, yani boğazını sıkar gibi insanın, yani öylece akmayan bir su gibi hiç yatağını aşındırmamaktan gocunmamış... Sonra başlayacaktın yaşamaya ve yaşama döndürmeye… Cılız bir yağmur suyuyla can verecektin çıplak ve yıpranık ellerimle diktiğim her tohuma… Her şey, her söz, vuku

Mum Metaforu

Hayatın içinde bir yerlerde, boşlukların asla doldurulmamış köşelerinde asılı kalmış mumlar gibiyiz hepimiz. Kimimiz kendi kendini söndürmek için dörtnala eriyor, kimimiz ötekinden güç alıyor. Kimimiz ise kendi kendini öldürürken doğuruyor… On binlerce mum… Hepsi bir boşluğun el değmemiş on binlerce köşesinden birinde öylece duruyor… O boşluğun bize sunduğu alan içinde ne ileri gidebiliyoruz ne de geri. Topluca, bizi içine çeken bir okyanusa doğru hissedemeden sürükleniyoruz. Hissetmeye çalışanlarımızı daha çabuk örseliyor gönülsüz çıkılan bu yolculuk. Nitekim öylesine hareketsiz bir sürüklenme ki bu, söndükten sonraki son cılız umudumuz dahi salınarak yükselemiyor, olduğu yerde dağılıveriyor. Sağa ya da sola kıvrılamıyor. Ötekinin dumanına karışamıyor. Birkaç saniye almıyor izinin silinmesi. Birkaç saniye almıyor hatırlanmaması… Okyanusun içindeki dünyayı bilmeden yol alıyoruz. Kimsenin itirazı yok gittiğimiz yöne. Kimsenin çırpınacak gücü, kıvılcımını dağıtacak mecali yok. Büyük bi

Kara Delik Göçü

Hayatımda hiçbir şeyin ortasının olmadığını fark ediyorum. Bir şeyler ya hep oluyor ya da hiç olmuyor. Bir şeyleri ya hep çok fazla hissediyorum ya da hiç hissetmiyorum. Bazen dağları devirmem gereken şeylere gözümün ucuyla bile bakmaya meyletmezken, dikkat bile etmemem gereken şeyleri devirdiğim dağlara dönüştürüyorum... Değişiyor muyum yoksa olduğum yerde mi sayıyorum, bilmiyorum. Hoş değişmenin mi yoksa olduğum yerde saymanın mı daha iyi bir şey olduğunu da çözebilmiş değil henüz ruhum. Bunu da ara sıra diğer her şeyi düşündüğüm gibi derin ve yaşamanın hakkını verecek kadar usulca düşünüyorum. Sonra ben bu şekilde bir başıma ara sıralarımı çoğalttıkça, kişilerin ne kadar az düşündüklerini ve hatta az düşünmeyi ne denli sevdiklerini bir dehşet kuyusundaymışçasına aniden fark ediyorum. Bu fark ediş bana kişilerin kendi varoluşlarıyla ilgilerini kendi elleriyle, büyük bir emekle ve inanamayacağınız kadar büyük bir hırsla gün geçtikçe koparışının haritasını çiziyor âdeta. Meselin en kö

Bilmediğim Şeylerin Hikâyesi

Ucundan bucağından dokunmaya ve tutunmaya çalışıyorum adına hayat dediğimiz bu karmaşaya. Kendimi diğer seslerin arasına doğru itiyorum. Büyük bir özveri ve aynı zamanda durgunlukla. Fakat bu durgunluk asla dinginliğe yanaşmıyor, daima içimde şaibe dolu çalkantılar ile gösteriyor kendini. Alışmak için peşinden koştuğum bir rutine doğru, hızlanarak sürükleniyorlar. Yakamı mı tutuyorlar elleri ile yapışır gibi, paçamı mı tutuyorlar engel olmaya meylederek yoksa ellerimi avuçlarının arasına mı sıkıştırıyorlar hızlandırmak için, anlayamıyorum. Kendileri gibi eylemleri de aynı kuşkunun, bilinmezliğin ve hatta belki yetinmezliğin birer parçası. Bu döngünün içindeyken, ilerlemeye çalıştığım bir diğer döngünün daha göz hapsinde yuvarlanıyorum durmadan. Soluklandığım duraklar, önümden geçen minibüsler, varmayı hesap ettiğim fakat bir türlü yolumun sonunu denk düşüremediğim şehirler... Hepsi birer bekleme noktası. Hepsi çok daha çalkantılı günlere doğru beni götürmek için hazırda bekleyen, su gö

Gece Yarısından Sonraki Turuncu

Günün en yanlış saatleri bunlar... Yağan yağmurun, toprak kokusunun, kendini kendine hayran bırakan hadsiz dalgaların bile uyanık olmak için seçtiği en yanlış saatler... İnsan bu saatlerde hep küçücük olur. İnsanın ellerine dünya sığmaz bu saatlerde. Koca koca gezegenleri doldurduğu avuçlarına, insan bir damla su sığdıramaz hale gelir. Hiçbir kendinden emin oluş kalesi, kendi görevini yerine getiremez. Bu saatlerde, bu kalelerde hiçbir kapı kilitli kalmaz. O huzursuzluk, o sıkışma, her heybetli kapıdan sızar insanın ruhuna. Gözlerini doldurur. Yastığında taşlar varmış gibi, hatta taş olsa daha rahat olurmuş gibi kıvrandırır. Bu saatler insana dişlerini sıkarken bakabileceği berrak ama nemli bir gökyüzü bile vermez. Sunduğu açıklık gece yarısından sonra gözünü karartmış bir turunculuktan öteye geçmez. O turunculuğun bayağılığı, diktatörlüğü sıkıştırdıkça sıkıştırır insanı yeryüzünden bozma bir kafese. Öyle olur ki, insana bu dünyada kapladığı yer kadar bile adım atma hakkı tanımaz o kaf

Tanışmışlık

Birkaç sayfa karıştırdım. Geceden söktüğüm yıldızları sazlıkların arasından bir bir çıkardım, diktim birkaç cümlenin eteğine. Söktüğüm yıldızların yerine karıştırdığım sayfaları astım. Sonra paslanmış ruhuma giydirdim o birkaç cümleyi. Durdum, bir ince karahindibayı düşündüm. Bir ince kardeleni, cılız dağ çiçeklerini... Kendilerinden en umutperver hislerle faydalanışımızı. Yığınla, gelecek zamanların hırsları arasına serpiştiridğimiz bir elin parmağını geçmeyecek kadar az olan masum anlarımızı. Son sakin kalışlarımızı. Her ânın bir şeyleri son kez yaptığımız an olarak kalabileceği ihtimalini. Kendimize yetişmek için hıncahınç doldurduğumuz göğsümüzün sert ve dayanılmaz şişkinliğini düşündüm... Ne kadar olmuş içe dönmeyeli, ne kadar olmuş kendimizi kalabalığın boğucu rutinine alıştıralı, kalemi parmaklarımın arasına aldığımda satırların başını besleyen ağrılara süt gibi çarşaflar giydireli... Çokluğun içine karışırken, azlığın büyümesini hızlandıralı ne kadar da uzun zaman olmuş. Durgun

Bazı Karanlıklar

Bazı karanlıklar düşüyor peşime. Gece boyu, arkama bakmadan bazı karanlıklardan kaçıyorum soluklanmadan. Sanki dursam, sanki bir kez dinlenmeyi denesem, her hücremi sarıp sarmalayacak, içinde kendime bile yer bırakamayacağım bir renksizliğin, cansızlığın, monotonluğun içine hapsolacağım… Oysa böyle değil, severim ben siyah beyazları, onların insanların yüzlerindeki her bir çizgiyi anlamlaştırmasını, olgunlaştırmasını… Severim monotonluğu. Alıştığım yüzler ve mesellerle yaş almayı. Aynı döngünün içinde, fazla insan tanımadan ve fazla hayata karışmadan kendi köşemde yılları atlamayı… Yoruluşum bu saatlerde başlayıp sabahın ilk ışıklarına kadar katlanarak ve kıvrandırarak devam ediyor. Ne yana dönsem, çivili duvarlar, tahtalar, kapılarla karşılaşıyorum. Yılmadan, çivili bile olsa hangi kapıya koşsam çalmak için, ardında aynı karanlığa giden yolları görüyorum. Oysa böyle değildi, benim çaldığım kapılar yeşil dağlara uzanırdı, yağmuru tazecik gökyüzünü gösterirdi. Sonbaharla kış arası

Kırmızı Koltuk

Geçsen karşıma şimdi, otursan bir koltuğa… Ruhunu izlemeye başlasa ruhum, gönlüm kendisini hapseden bütün karanlıklardan sıyrılıp da şöyle bir ferahlasa. Ellerim tutmaya başlasa yeniden, gözlerim âmâlıktan sıyrılsa. Nefes aldığım esnada tüm hücrelerim yeniden can bulmuşçasına ayaklansa… Sesini işitsem narin narin, bana uzun kısa fark etmeksizin meseller anlatsan. İnsanları konuşsak, kışı konuşsak… Turuncu ışıklardan, mumların kokularından, telaşların renklerinden sohbetlerin kıyısına vursak. Buz gibi havayı ısıtsa karşımda oturuyor oluşun; bütün bir kışı bir ömür katlanılır hale getirse. Hırkamı parmak uçlarıma kadar çekişlerime şahitlik etsen mesela… Geçsen karşıma şimdi, otursan bir koltuğa… Elinde Didem Madaklar, sesinde kadifeden bir tını, korkularıma satırlar okusan. Desen ki bu sensin, desen ki bu benim, desen ki bütün şiirler biziz bu dünyada… Uzadıkça uzasa muhabbetin geceyi aydınlatmaya meyleden pak ipi, derinleştikçe derinleşse aradaki muntazam bağ. Hava koyulaştıkça açsa