Her Şeyin Bir Hikâyesi Var

Gözlerini açtığında hiç uyanmak istemediği bir sabaha yetiştiğini anlamıştı. Böyle uyandığı her sabahtan ezberlemişti. Diğerleri gibi bu dakikalar da vazgeçilmişlik  ve çürümüş düşünce kokuyordu.

Yapabileceği onlarca şeye rağmen o, cesedini yatağından kazımayı kendine görev edinmişti. Ve bu, yeryüzündeki bütün işkencelerin atasıydı. Yani insanın kendini her sabah aynı yerlerden toparlamaya çalışması ve çoktan yaşamayı bırakmış kesitlerini zarar görmüşlüğünden sonra daha da incitmemek adına birleştirmeye çalışması. Ne acı, bir cesedi incitmemek için adımların sessiz atılması. İşte bahsettiğim yer, bu solmuşluğun ve işkencelerin anavatanı. odası...

Son bir gayret dedi yeniden, kafasında yankılanan bezmişliğe.  Son bir gayret, gökyüzünü biraz daha doldurabilmek için ciğerlerine.

Dirsekleri üzerinde doğruldu. Eskimişliğinden ziyade yaralar almış çiçekli perdeyi araladı. Ve işte, penceresinden odasına sızmayı başarabilecek kadar kuvvetli, bulut işlemeli bir gökyüzünü yakaladı gözleri.

Tüm dünyanın böyle bir parıldamayı görünce duyacağı şaşkınlığa karşın o, kendine zerre kadar şaşırmadı. Aynaya bakmazdı ama bilirdi.

Gökyüzünü gördüğü her sabah gözleri zaten böyle parlardı...

Tüm yüreklendirmelerine rağmen, aslında kendi çöküşünün öyküsünü yazdığını ve altına yalnızca imza atması faslının kaldığının farkındaydı. Göz kapaklarını pencere sayıp gözlerine her indirişinde aynı günün aynı saatine denk gelmekten alamıyordu kendini.
Hafızası, onun müebbet giydiği bir hapishaneydi ve bu hükmü, bildiğinden ötürü acı çektiği şey sebebiyle giymişti...
Bilmek, ne zamandan beri suçtu ? Ciğerlerini söküyorlar gibi acıtıyordu. Bilinçli olmaktan ilk bu odada, bu yüzden nefret etmişti. Delirmek, aslında bizim için bir hediyeydi. Bizim için, ama bize hiç gönderilmeyen...

Kendini yeniden, yalnızca bir açıdan ışık alan derin kuyuda gördü. O kadar bezgindi ki, çırpınmıyordu artık kurtulmak için. Yorulmuştu ve elinde sadece bir türlü kaçıramadığı aklıyla birlikte onun beraberindeki hayal etme yetisi kalmıştı. Belki de bir yandan sadece bunun için teşekkür edebilirdi aklına onu terk etmediği için. Sadece hayal edebilmesine olanak tanıdığı için. Uçurumdan atlamak ile bir adım geri çekilmek arasındaki o kaya parçasında, yapabilirdi bunu.

Yine şaşırmadı. Çünkü yine kararsızdı. Son adımını atmadan önce de böyleydi. Bir miktar kendinden uzaklaşıp hiç avlusunda koşturamadığı büyüklükten uzak, taş bir evi düşündü. Ve ilk defa sıcaklığından ayak basılmayan o avluyu ıslatıp serin bir akşam üstünde bir köşesine kıvrılmayı, kıvrıldığı gecenin en boğuk yerinde yıldızlara kırgınlıklarını dağıtmak yerine onları bir bir heybesine doldurmayı, ve belki de onlardan bir demet yapmayı. Tüm bunları düşündü ve ekledikçe ekledi üstüne.

Sonra pedal çevirdiğini hissetmek istedi. Zaman geçiyordu ve o kuyuda kaldıkça minnettar kaldığı aklı, elinden hayal etme yetisini de alıyordu. Çünkü kuyunun kapağı kapanıyordu yavaş yavaş.

Büyük bir yer düşündü, sonunda ne olduğunu bilmek istemeden. O sırada kapak paslanmış bir demirin bir başka demire sürtündüğü esnada çıkardığı sesten çıkararak karanlığın daha çok yaklaştığını bildirdi. Devam etti düşünmeye, yaklaşan nefessizliğin ayak seslerini duymayı arzulamadan. Sadece büyük, ince ve nârin rüzgârlara sahip çiçekli bir yer.  Oradan sadece, kaybettiğinin ertesinde göz altlarını bu hale düşüren ama yine de ulaşacağını bilse o dakika elinde olan ve olması muhtemel gelen her şeyi hiç pişmanlık duymadan verebilecek mutluluğuna pedal çevirdiğini varsaydı. Kuyunun kapağı nihai olarak sona gelindiğini andırır ve kaba bir ses ile kapandı.
Yaşamı boyunca bisikletini sadece umutsuzluğa sürmekten başka bir şey yapmasına izin vermemişti hayatında barındırdıkları.

Düşünmeye devam ederek daha fazla ekleme yapmak istemedi yaşayamadıklarına. Hafızasındaki son çerçevede selesinde kuruyan çiçekler vardı.

O hep, en güzel çiçeklerin terkedildikten sonra koktuğuna inanırdı. Bu yüzden evet, sadece onun bir hikâyesi vardı bir çiçeği sevmesinin nedeni olarak.

Ve kendini, aynı günün aynı saatini aynı dakika geçe terketti. Ulaşılabilecek en son noktaya ulaştığını düşündü. Çünkü kendini hep aynı şey üzerine cesaretlendirmişti aslında gülümsemekten tutulup ağladığında.

Emindi, hikâye hikâye beslediği papatyalar da ölünce kokardı. Hayatında belki de yalnızca buna inanmıştı. O artık yoktu, inancının doğruluğunu arkasında bıraktıklarını toparlamaya gelenler fark ederse edeceklerdi. Edemezlerse kuyuya bir sonraki düşene kalacaktı bu bilinmezlik.

Canını son acıtan şeyin de bunu hiç bilemeyecek olması ömrünün son mânidarlığıydı...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dokuzun Öyküsü

Salt Bilmek Anatomisi

Şâd