İstasyon ve Büyük Sarı Ziller

Yeryüzünde kalakalmış biri, en fazla neyi ispat edebilir ki ?

Nereye doğru kalkışa geçtiğini asla bilmediğiniz trenlerin, içinizdeki istasyonlarında, siz de böyle sorular soruyor musunuz kendinize ? Trenin kalkmasına 15 saniye kala mesela, kendinize sorduğunuz soruların herhangi birine cevap verip o istasyondan çıkarabiliyor musunuz ruhunuzu ?

Ben çıkaramıyorum. Ne trenin kalkmasına 15 saniye kalıyor benim istasyonumda, ne ben kendime verebilecek nitelikte cevaplar bulabiliyorum. Öylece hep bir yolculuğa 15 kalmasını bekliyorum. Saniyeler, dakikalar, saatler. Zaman kıstasımın ne olduğunu bilmeden sadece bekliyorum...

İstasyonum güncel hayat istasyonlarından çok uzak ve çok eksik bir şekilde sürdürüyor varlığını. Belki bu eksikliği aslında onun ayrıcalığı ve kendisini sürdürme şeklidir ve belki sırf bu yüzden hiçbir yolculamayı içine sığdıramıyordur...

Yolculamak... en çok korktuğum kelime ve en haz etmediğim eylem...
Fazlasıyla ürkütücü ve soğuk geliyor. Soğukluğu kirpik diplerimi acıtır cinsten. Sert, acımasız ve belki çokça da hoyrat...

Bu istasyonda bekleyebilmeyi bu yüzden seviyorum sanırım. Yolculamaların buraya belli bir tarih itibariyle giremeyişinden. Bavullu hiçbir yolcunun olmadığından ve hiçbir vedanın, kolonlarını inletmediğinden...
Burayı bu yüzden seviyorum, kasketi ellerine yapışmış hiçbir adamın burada bir vagonu gözlememesinden...

Adam demişken, bu istasyona 2 yıl önce bir adam girdi. Burayı inşâ etmek için. Buradan çıkmamak için. Bu durakları, bu rayları sevdirebilmek için. Burayı diğer yolculamalara karşı dirençli bir kalkana dönüştürmek için bir adam girdi...
Nasıl girdi ama, o kapıdan girerken nasıl heybetliydi. Elleri nasıl göğsüne yapışmış, kalbi nasıl atıyordu, durduğu yerde nasıl koşar gibiydi...

Avuçlarındaki tüm üzüntüyü arka cebine atıp da girdi. Sanki bu istasyona sadece tüm üzüntüsünü arka cebine atan adamlar girebilirdi ve o buraya girebilecek, yeryüzündeki tek adam olduğunu biliyordu...

Bana mısın demeden, göreni duyanı hayretlere düşürecek çabalarla direndi durdu bir durak daha ileri gidebilmek için. Eli hiçbir zaman arka cebine dönmedi. Üzüntüsünü, kederini, hiçbir zaman yeniden ortaya çıkarmaya tenezzül etmedi. Ellerini bir zil daha ekleyebilmek için açıkta tutması gerekiyordu, bilincindeydi. Bir kez gerisine bakmadı. Çıkış kapısını bir kez aramadı, sefer tabelasına bir kez olsun bakmadı...

Benim istasyonumda her vagon başında bir zil bekler. Bu da o adamın icâdıydı. Ne zaman bi vagonun hikâyesinin ağır hüznüne kapılsam zilleri çalar beni olduğum yere geri çekerdi o düşünce sayesinde. Kaybolacağımı bilirdi, bir vagona, hem de daha önce hiç yola çıkmamış bir vagona binerse bir kadın, kendisini yeniden bulamazdı. Bildik bir yerden kalksa ve yeniden bildik bir yere varacak olsa bile o trende olursam kendimi bir daha bulamayacağım onun hep ezberindeydi. O yüzden hep bir adım gerimde, nefesi hep ensemdeydi. Kendi istasyonumda bildiğim yahut bilmediğim, herhangi bir yolculuğa çıkmama bu yüzden rıza göstermezdi...

Ama bilirdim, en çok onun bir zile ihtiyacı vardı, ruhunun en orta caddesine dikilmesi gereken. Büyük ve sarı zillere..

Ama dokundurtmazdı yaralarına. Dedim ya, avuçlarında kederlerle gelmesine rağmen ceplerine saklardı her kırıklığını. Çıkmazdı o ağrılar o ceplerden. Geldiğinde ağlayamayacak kadar yorgundu gözleri.

Gözler, ağlayamayacak kadar yorgun düşer mi demeyin. Düşermiş, gördüm ben. Yorgun da düşermiş, hasta da...

2 yıl oldu, hala devam ediyor bu istasyonun inşâsı, hep yeni vagonlar ekleniyor benim ayak uçlarıma. Her vagonla beraber yeni birsürü zil geliyor tabii. Yeni gönderildiğim yerler, yeni bulacağım adresler ekleniyor tabelalarıma. Adamın bir eli zilde bir eli omzumda. Biriyle uyandırıp biriyle kurtaracak çünkü olası bir durumda.

Kaybolursam, hüzün basarsa ya da nefeslerim darlaşırsa...

 Bir yolculuğa rıza gösterdiyse, kendim için beklemediğim kadar benim için tetikte bekliyor, yıllarca.

İşte bu yüzden böyle adamların önlerine alacak kasketleri olmaz. Bu yüzden böyle adamların arka cepleri doludur. Bu yüzden deliktir yanları. Bu yüzden kapkaradır gözleri ve cesaretleri. Bu adamlar bir istasyonu hem evleri bellerler hem sevdikleri. Ele karşı açıklarda tutmazlar kapılarını. Böyle adamların inşâ ettiği istasyonların bekleme salonları iki kişiliktir. Geleceğin yolunu gözler kendisiyle ve istasyonu kalkan kıldığı kadınla beraber...

İşte bu da yolculuktan değil yolculamaktan korkan birilerinin istasyonu. Benim istasyonum. Onun istasyonu...

Benim ceplerim olmadığı için ben saklayamadım onca şeyi. Böylece durak durak boşaltıyorum. Gökleri getiriyorum gittiğim duraklardan. Kompartımanlarıma mevsimler doldurup taşıyorum o kasketsiz ama geçmiş zaman kahramanlarının seslerini taşıyan adama...

Hayata karşı hâlâ ayak direyebiliyor oluşum bu istasyon sayesinde.
Onbinleri geçik cümle ve hislerin aydınlığındaki, o büyük ve sarı zillerin hatrına...

Yorumlar

  1. Zannımca bavullar, papatyanın kokusuyla ve yapraklarıyla bezenmemişse anlam kazanır istasyon ve büyük sarı ziller... O koca koca bavullar, merakını bir cebine koyup dokunamadığı papatyanın yapraklarıyla doluysa insanın, seyahat eden sadece bavulun kendisi olacaktır. Ve liman, sadece bavulu alıp götürecektir havası tek kişilik olan şehirlere...

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dokuzun Öyküsü

Salt Bilmek Anatomisi

Şâd