Bir Kavşak Bir Saniye

Hayat boyu tıkalı kaldığımız o kadar çok nokta oluyor ki...
Tıkalı kaldığımız o kadar çok sokak, o kadar çok cümle, o kadar çok kavşak.. o tıkanıklığın içinde, keşke bir saniye öncesine dönsek diyoruz. Aslında bütün hayatımız, o bir saniyenin içinde cereyan ediyor. Bütün kabullenmelerimiz, bütün nefes kesilmelerimiz, bütün reddedişlerimiz ve ciğerlerimizi başlarını kaldırmaları için son kez ikna etmeye uğraşmalarımız, tamamı o bir saniyede vuku buluyor işte...

Çok şey kazanıyoruz o kavşaklarda veya çok şey kaybediyoruz. Kafanızda bir kararla, değişmemesi için kendinizden çok fazla taviz verip, çok fazla gülümsemeniz gereken bir kararla, o kavşaklardan birine girip, bir saniye sonrasında o keskin kararın parmak uçlarınızdan, kavrularak çatlamış asfaltların arasına damladığını görüyorsunuz. Ve bu damlayan şey asla yağmura benzemiyor. Asla o ihtiyacın yerini doldurmuyor. Ben de o kavşaktayım, bir başıma bekliyorum bir şeyleri. Maalesef duyuyorum, maalesef görüyorum her şeyi...

Bazen kendinizi kazanışınızı, bazen kendinizi kaybedişinizi seyrediyorsunuz. Saçlarınız, güneşin akşam dağ doruklarına birer damla ışık armağan edip yeryüzünden uğurlandığı esnada arkasında bıraktığı o göz alıcı kızıllıktan farksızken, beyazlaşmaya başlıyor bir saniyede. Her şey, her ayrıntı size, bir mucizeye gebeymiş ve biraz sonra doğuracakmış gibi bakıyor o kavşakta...

Asıl mesele ise gözüm, dönünce başlıyor. Nefes nefese girdiğin, gözün kapalıyken ilk adımlarını attığın o yolların geri dönüşüne tenezzülünde başlıyor. O bir saniye vardı ya, koca bir asırla yer değiştiriyor. Ruhunu kıstırıyor bir ağacın gölgesinde. Gövdesi, kendini bile taşıyamayacak kadar yorgun gözüken fakat nihayetinde ancak kendine yetebilen bir ağacın dibinde. O ağacın önüne geçip işte, düşünecek çok şeyin var senin. O ağaçla, o kavşakta ne işinin olduğunu sorgulayacak çok saatlerin...

Kime kadarsın sen mesela ? Neye yetiyorsun ? Sana asıl yetmediğini düşündüğün, senin hiçbir şeye yetmediğini sana asıl düşündüren şey ne ? Bu kadar hırs, bu kadar öfke, kime beslediklerini kusamadın diye ? Bu cümlelerin omurgası bir asırdır neden eğri, neden düzeltemedin, neden düzeltmene yardım etmedi hiç kimse ? Bu ağrılarının, seni bu kavşağa itip duran kasılmalarının sebebi ne ?

Gerçekten, ne sanıyordun gözlerini kapkara bir çukuru aslında hiç yokmuş gibi düşünebilmek adına sımsıkı yumduğunda ? Ne olacaktı gözüm yani ? Sen koşar adımlarla yangınlara yürürken, sana okyanusu vâdedeceğini mi sanıyordun hayatın ? Yapma, ne oldu sonunda ? Çakıldın...

Çok sağlam çakıldın. Çok yerin dibine, çok kesile kesile eksilip de çakıldın. Bütün hücrelerinle aynı acıyı tekrar tekrar yaşayarak, defalarca aynı kızgın demirlere, bile bile çakıldın. Âh be gözüm... bu kadar sızımana rağmen, neden bırakmadın ?

Yine, o kahrolası bir saniyede işte onun da cevabı. Belki olmadığını varsaymak istediğin o çukurdan çıkabilmenin umuduydu seni, çakılmanın o şiddetli ağrısını defalarca yaşatmasına rağmen, yine de ruhunun gittiği yerlere onun peşinden aksayarak da olsa koşmaya çabalatan...
Belki de Pollyanna'ya olan çocuk saflığındaki berrak inancından kaynaklanmıştı, okyanusun gerçekten vadedileceğine inanman..
Ama gözüm, kuvvetli bir ihtimal olarak sayıyorum ki çok büyük kandırıldın. Çok ağır kandırıldın. Çok hesapsız, çok vakitsizken kandırıldın, keza kandırılmasaydın, aynı kavşakta gözlerini ruhuma dikip alev alışını seyretmiş olmazdım...

O kavşağın çıkışında hayal ettiğin gibi bir gün doğumu yok. O kavşağın çıkışında en felaket günlerinin en felaket batışları var. Ve sen, sana verilen her bir saniyeyi o günün başına dönebilme fikriyle harmanlayıp gözün kapalı girdin o kavşağa.

Uyan be gözüm, oradan sonra bir saniye daha yok. Oradan sonra, o günü toparlama imkanın yok. Oradan sonra ancak kendine kadarsın, ancak kendine varsın. Saçların gözüm, ancak sana kızıl, bakan diğer herkese beyaz. Soluğun oradan sonra ancak sana sığ, diğer herkese yavaş. Adımların ancak sana geniş, diğer herkese dar...

Sen o kavşağa girdin ya, aslında bundan sonra sana bütün yollar böyle. Aslında sana bütün yollar artık aynı noktadan uzanmaya başlar...

Ama insanlara bunu anlatmak istersen eğer, anlamazlar. İnsanlar duymaz. İnsanlar seni kendine yetiştirebilmek için çabalamazlar. Kimse, bir başkası için varolmaz o kavşaktan sonra. Kimse oraya girmeye yeltenişlerini de durdurmaz. Herkes, kendi dağının eteğini arşınlamak peşinde bu kavşaktan sonra. Herkesin dağı en son kalan dağ olacak ya, en heybetlisi, en savunulanı, en cezbedicisi olarak kalacak ya, ondan herhalde...

Ama bak gözüm, bak, ben de orada bir köşedeyim işte. Kaderimiz de kesişmiş bir noktada, kederimiz de. Etimle kemiğimle diyor ya Cahit, ben de öyle oracıktayım işte.

Ben, kendi gözünden sakındığı dağlarında, çiçek bile açtırmayan, o dağların yamaçlarına baharları uğratmayan insanlardan değilim. Olamadım onlardan...
Benim ruhum yorgundu onlardan olmak için. Benim ruhumda çağlar boyudur sönmeden, azalmadan, cayır cayır yanan bir yangın vardı...

Ben bu coğrafyada, bu kaskatı iklimde, bu bir başınalığın en orta yerinde, yağacağından emin bile olamadığım yağmurların bekçisiyim o kavşakta...

Gel. Birlikte asıl meselelerin başlamasından uzak bir yerde, geri dönüşlere tenezzül etmeye yüz tutmadığımız bir kesimde, temenni ederiz, asırlardır beni orada bir başıma bırakmış yağmurların düşüvermesini, kavrulup da çatlamış o asfaltlara...
Gel, ellerinden tutarım tüm varlığının. Kaskatı kestiğin gözlerini açarım. Dizginlerim adımlarını. Gerisi için tenezzül edişlerini yavaşlatırım...

Ama, sönmemeye meyilliysen eğer, çok da bir şey bekleme bu dünyadan, olur mu gözüm ?.. Çok da hayal etme...
Çünkü bu dünya, işte o kavşak. Sönmemeye bir gecelik bile meyletmiş olmak bitiriyor insanı burada. Sönememek kurutuyor bütün toprakları. Fer bırakmıyor insanda...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dokuzun Öyküsü

Salt Bilmek Anatomisi

Şâd