Nâdiratlar Çerçevesi

Hayatımızın kısım kısım sızlayışını benimsemiş raflarımız vardır. O raflara ömrümüzden tane tane hatıralar serpiştiririz. Tozlanacağı tutar, elimizde bez, toz kondukça temizlemek için nöbet tutarız. Eskir, yeniden kaplatırız. Kabukları atar rafın, onarmaya girişiriz. Oysa ne eksik yanları vardır o küçücük rafın. Onca uğraşınıza rağmen o çizgiyi bir türlü dolduramayışınız.

Günlerce hatta aylarca o rafa, bir milim ilerleme kaydetmek adına, yerleştirmek için  tek hatıra ararsınız. Tek anı. Bu rafa sonsuzluğu kazandıracak tek zaman zarfı. Ama yok, bulamazsınız ve bulamayacaksınız. Yaşamadınız ve yaşayamayacaksınız. O raf hep boş mu kalacak ? Oraya hiç kahveden başka renk bırakmayacak mısınız ?

Zorluyorsunuz hafızanızı, kendinizi, prensiplerinizi. Nadiratlarınızı biriktirdiğiniz bir çerçeveye yanaşıyorsunuz. En uçsuz, en sıcak ama en huzurlu hissettiğiniz birimleri dizmişsiniz o çerçeveye ya da zamana ait bir çizelgeye işte. Elleriniz santim santim geziyor her karenin üzerinde. İnce ince gülümsüyorsunuz hepsine. O zarf içerisinde sıralananların sizi de gülümsettiğini anımsıyorsunuz. Ve yeniden, içinize düşen bir alevin yükselişine şahitlik ediyorsunuz.

O raf boş kalmayacak ! Buna inanıp, bununla yaşıyorsunuz. Belki ömrünüzün sonuna kadar tozlu duracak. Tozlu ve kimsesiz. Ama son nefesinizde dahi belki de orayı dolduracak bir güzelliğe rastlayacaksınız. Size ait bir güzellik. Herkesin, tüm varlıkların bunu güzel olarak nitelendirmesine gerek duymadan, sadece yüreğinizle baktığınız için güzel kabul ederek, yaşayarak, her saniyede derin derin soluyarak rastlayışınıza minnettarlık duyacaksınız. Belki siz son nefesinizde bu huzura kavuşmuşken bir başkası da ömrünün en orta yerinde denk gelecek bu hengâmeye. Bir başkası yaşamayı yeni öğrenmişken ya da öbürü bir bankta otururken dizecek raflarına biriktirdiklerini. Ama bu olacak. Bir gün, ilk adımınızda ya da hiç tahmin etmezken düşüverdiğiniz bir çukurda.

İnceleyeceksiniz o nadiratlar çerçevesini. Bakacaksınız ki yüreğinize bir tını daha önce hiç dokunulmamışçasına dokunmuş. Hiç izlenilmemişçesine sizi izlemiş. Hiç gösterilmediği kadar merhamet göstermiş ve benimsemiş sizi. Farkedeceksiniz ki siz her nefesinizi bu cümlelere harcamış, her saatinizi o rafa ait bir boşluğu kapatmak için kullanmış, ve hep farketmeden üstüste yerleştirmişsiniz.

 O rafa seçe seçe yayıyorsunuz çerçeveden ayırdıklarınızı. Mesela bambaşka bir gülümsemeyi koyuyorsunuz ilk sıraya. Hemen yanına aynı boyutta çok farklı bir göz değişini. Biraz bekledikten sonra merhametin aktığı gözlerin daha öne gelmesi gerektiğini düşünüp yerlerini değiştiriyorsunuz. Küçük bir çocuğun, babasından kalan kitapları seyredişi gibi uzun uzun seyrediyorsunuz yavaştan dolmaya başlayan çizginizi.

O çocuğun çaresizliği var üzerinizde. O çocuğun taşıyamayıp altında ezildiği tonlarca ağırlığa sahip sorunlar içinizde. Onun kadar yalnız onun kadar sessiz çekiyorsunuz her acınızı. Onun dokunamadığı kitaplara siz de dokunamıyorsunuz. Çok acıyor canınız mesela, günlerce o kitaplığın önünden ayrılamıyorsunuz. Her kitaba yakından ama dokunacak cesaret bulamadan bakıyorsunuz...

 Bu kitaplar, o anılar işte. Bu kitaplar, ömrünüzde çok az biriktirdiğiniz o güzel hatıralar. Zaman geçiyor ve geri getiremeyeceksiniz hepimiz bunun bilincindeyiz. Ve maalesef ki o çocuğun babasız kaldığı gibi biz de bir gün birilerini bizi bıraktıkları gibi bırakacağız. İsteyerek, ya da istemeyerek.

Geç olmadan ve Dünya insanların katılaşmışlığından daha fazla katılaşmadan, daha çok şey biriktirin...

 Mesela daha çok konu bulun ağlanacak. Herkes gülebilir sizinle. Sizinle ağlayacak mucizeler keşfedin heybenizde saklamak umuduyla. Sizinle susacak insanlar bekleyin.  Sizinle tek noktayı saatlerce izleyecek kişiler tanıyın. Mesela rafınızın bir köşesine sunmak için bir yıldızın kayışını bekleyin. Saatlerce gökyüzüne bakabilecek kadar sabredin. O yıldızın yeniden sizi bulmasını dileyin mesela kayışına şahit olduktan sonra.

Bir bisiklet kiralayın, ne hüznünüz varsa pedallarına bağlayın. Çevirdikçe düşürün, ilerledikçe hissedin birşeylerin artık geride kaldığını. Basın pedalı gökyüzüne. Basın, ulaşılmayacak diye nitelendirilip bize 'asla olmayacak' başlıklarıyla dayatılan yanlışlara. Tüm bunların arasında bir doğru ekleyin ufak bir köşeye.

Alın bi kağıdı izleyin öylece. Bir fon bulun kendinize, rafınıza dizmek istediklerinizi hayal edin. Çizmeyin. Göremesin kimse. Bakın ve resmedin o kağıda. Sadece siz görün baktığınızda, sadece siz hissedin. O kağıdı, rafınız dolduğunda en değerli kitabınızın arasına iliştirin. Hayatınızdaki her gülümseyişiniz bir kitaptır. Ya da her göz yaşınız ciltlerce konu edinilebilecek vasfa sahiptir.

Geç olmadan, hâla bir yerlerde bize ait kırıntılar varken, hâla ulaşabilecekken, doldurun heybenizi. Doldurun ki, ben ne için sevinebildim dediğinizde o çocuğun hüznüne yeniden yakalanmayın. Doldurun ki, siz o çocuk olmayın.

Çünkü o cocuğun rafı kendisiyle hiç dolmadı ve içi hep kırıktı...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dokuzun Öyküsü

Salt Bilmek Anatomisi

Şâd