Cam Kenarı

Hepimizin sığındığı yerler vardır. Küçükken hele...

Nasıl da güvende hissederdik kendimizi oralarda. Biz büyüdükçe ve zaman artık bize pek de sevimli olmayan yüzünü göstermeye başladıkça bir bir değişirdi sığınaklarımız. Günden güne farklılaşırdı. Kimi bir parkı tercih ederdi afyon diye, kimi bir otoyolu. Bazılarımız da bir cam kenarını. Ben, cam kenarını tercih edenlerdendim. Birkaç patırdı duydum mu sinerdim yatağımın en ucuna, kaldırır kafamı gökyüzünü izlerdim.

Yazlık ve kışlık olmak üzere yılda 2 defa odamın düzeni değişirdi. Pencereye yakın olamadığım zamanlarda kendim, yatağımı ite ite   yerleştirirdim duvarın en dibine. Ne kadar dipte olursa, hatta ne kadar kaldırmaya uğraşırsam kafamı sanki o kadar iyi olacaktı her şey. Sanki o kadar mavi. Ve ben ne kadar düşersem oradan yansıyan ışık kaldıracaktı beni. O hisler içerisinde gecelerce uyuyabilecektim.

Benim düşüncelerimden ziyade orayı özel kılan başka birçok sebep vardı. Mesela tüm iç çekişler hep bir cam kenarında gerçekleşirdi, gaz lambaları hep cam kenarları yanında açılan oyuklarda bekletilir, ay ışığını hissetmek için hep cam dibinde oturulurdu. Tüm yanılgılara orada üzülür, tüm yenilgilere orada rastlanırdı...

Tüm yollar oradan gözlenir, gelenler gidenleri oradan aratır, herkes herşeye en son bir cam kenarından bakardı. İlk sevinçlerimizi camdaki buğuya anlatırdık. Sonu gelmeyecek hüzünlerimizi anlatmak yerineyse, hep, o buğuyu avuç içimizle bir çırpıda siler, geceyi, caddeyi, insanları ve dünyayı öylece o köşede en dışarıdan izlemeyi yeğlerdik.

Yükselen binalar ve değişen hayatlar içerisinde göz değdirmelik bir gökyüzünü görsek yeterdi. Kaç yaşında olursak olalım, tek yıldıza o kalın çerçeveler ardından hep ulaşmayı isteyecektik. O yıldızın hep, bizi kurtarmasını dileyecektik. Ve o, tüm ihtişamıyla ve tekliğiyle, tüm hislerimize yanıt olacaktı.
Cam kenarı, aynı zamanda bir çoğumuz için, birleşip tüm gücüyle bizi kuşatan onlarca uyuşukluğun kırıldığı tek noktaydı.

Yine tüm bunların kök saldığı bir gecenin bilmem kaçında, başımın arkaya düşmesiyle irkilip uyanıyorum. Sokakta iki genç oturuyor. Göremiyorum ama duyuyorum. Biri gitarını çalıyor, diğeri sokak lambalarının yanışından geçen birkaç saat ardından durmadan şarkı söylüyor. Canını yakmışlardı, belliydi. Fakat kendini izleyebileceği bir cam kenarı yoktu. Öylece sokağa atılışının o anki tek açıklaması oydu.

Sığınaksızlık...

Biz, bu bakımdan şanslıydık. Titreyen soluğumuz cama değdiğinde geri dönüyordu, yansımamıza vuran simsiyah aydınlıkları görebiliyorduk. Başımızı yaslama imkanımız vardı. O çerçeve ardından, içinde çetrefilli bir hayatın devam ettiğini bildiğimiz ruhumuza aykırı caddeleri izleyebiliyorduk. Kimse oraya uzanıp da bize dokunamıyor, bunu bilerek herkesin, her şeye dokunuşunu büyük kınamalarla gözetliyorduk.

Biz, şanslıydık. Rüzgarın duvar ile pencere arasında kalan boşluktan odamıza sızarken çaldığı ıslığa eşlik edebiliyorduk. Bazen hıçkırıklar ve bazen de çığlıklarla. Biz sadece bu sebeple kurulu olan herşeyden çok ayrı ve şanslıydık.

 İşte sırf bu ıslığı işitme hakkına sahip oluşunuzdan ötürü, yüreğinize misafir ettiyseniz kuş seslerini, durdurmasın hiçbir şey.

Soluk soluğa sevin. Soluk soluğa yaşayın ve ağlayın. Ve biri için yandıysanız,  onu Cam Kenarınız olarak adlandırın. Zira cam kenarı, tüm tamamlanmışlıkların ve yarım kalmışlıkların simgesi, ezberlenecek onlarca yeni şarkıdan size yetişip de sarıp sarmalayan ilk tını ve bir gün çıkması adına biriktirdiğiniz tüm çığlıkların adıdır...


Vesselam...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Dokuzun Öyküsü

Salt Bilmek Anatomisi

Şâd